5 Ekim 2011 Çarşamba

Sessizlik.

    Düşünceler nasıl oluşurlar? Hareket ederler mi? Bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, -"o da hiçbir şey bilmediğimdir" demeyeceğim elbet, Socrates'i anmak istedim ama.- sessizlikte daha rahat düşünüyorum.

Günlük yaşantımda etrafımdaki seslerin zihnimde yankılanmasından dolayı, kafamın içinde bir gürültü oluyor ve kendi düşüncelerime ulaşmakta güçlük çekiyorum. Tek bir şeye odaklanmaya çalışsam odaklanabilirim gürültünün arasında, ama sessizlikte düşünmek varken neden buna uğraşayım ki. Bu demek değil ki ben etraf kalabalıkken düşünmüyorum, düşünüyorum elbet, ama daha mühim olduğunu düşündüğüm konuları sessizlikte düşünmeyi tercih ediyorum. Daha eğlenceli oluyor hem. Tamamen kendi fikirlerime odaklanıyorum, gecenin bir vaktinde, o kadar çok odaklanıyorum ki kendi kendime konuşuyorum bazen. -Deli miyim? Belki.-

Hayal kurmak da bir başka güzel oluyor sessizlikte. Hele bir de karanlıksa ortam. Zaten karanlık olan odamın karanlığı bana yetmiyor bazen, gözlerimi de kapatıyorum, en aydınlık hayallere dalabilmek için en karanlık ortamı sağlamaya çalışıyorum. Karanlık ve sessizlik, uykuya da dalabiliyorum tabi bazen. -Hayal kurarken uyuyakalmak öyle güzel ki, eğer gerçekten çok fazla odaklanırsanız rüyanızda da hayallerinizi görüyorsunuz. -Ya da bu benim zihnimin bana oynadığı bir oyun.-

Demem o ki, sessizlikte düşünmek güzeldir işte. Başka da diyecek bir şey bulamadım. Uzun günler, hoş geceler.

24 Haziran 2011 Cuma

Maça Ası

   Maça, şeklinden ötürü bir mızrağın ucuna benzetilmiştir ve orduyu simgelemektedir. Fransızlar maça şeklini mızrağa benzeterek 'pique' adını vermişlerdir. Bugünkü yazımın konusu olan maça ası, ölüm kartı olarak bilinir. İngilizler bu karta 'ace of spades' demektedirler.

Ben kağıt oyunlarını bilmem, piştiden başka oynadığım kağıt oyunu da yok. Ama 52 tane iskambil kartının arasında en asil bulduğum karttır maça ası.



Yazıma maçayla ilgili ilginç bilgiler eklemek için araştırma yaparken canım sıkıldı, içeri gittim ve iskambil destesini aradım. Elime geçen iskambil destelerini düzenlerim ve sıraya dizerim. -Boş vakti olan insandan korkulur.-  En üstte maça ası vardı. "Bu da mı tesadüf?" diye düşündüm açıkçası. Gerçi en üstte maça asının olma ihtimali dörtte birdi, bu oldukça yüksek bir oran ama olsun. Bunun gizemli bir olay olduğuna inanmak istiyorum ben yine de.

2003 yılında, Amerikan askerlerine iskambil kartları dağıtılmış. Aranan kişilerin fotoğrafları iskambil kartlarının üzerine basılmış ve askerlerin bu yüzleri ezberlemesi hedeflenmiş. Maça asında da Saddam Hüseyin'in resmi varmış. Maça asıyla ilgili bildiklerim, daha doğrusu bulabildiklerim bu kadar.Uzun günler, hoş geceler.


Kaynakça:
Amerikan Ordusunun Dağıttığı İskambil Kartları
Maça Asında Saddam'ın Olması
Most-wanted Iraqi playing cards

17 Haziran 2011 Cuma

Yeni Camlar, Yeni Bakışlar.

  Bugün gözlüğümün camlarını değiştirdim. Geçen seneye oranla gözlerim iki kat daha bozuk, bu hızla bozulmaya devam etmez umarım. Yeni gözlük camlarıyla hayata farklı gözlerle bakmayı düşünüyordum fakat sadece görüntü netleşti o kadar. Gördüklerim yine aynı, gerçi detayları fark ediyorum artık. Detayların mühim olmadığını düşünsek de, unutmamak gerekir ki şeytan ayrıntıda gizlidir.  


Uzun süredir yazı yazmıyordum, bu süreçte birçok olay gerçekleşti. Bazı şeylerin hakkında yazı yazmayı da düşündüm, yazıp yazıp sildim. Aklımda kalan örnekler: Serdar Ortaç'ın "Another Brick In The Wall" cover'ı, seçimler, Serkan is my girl, Google'ın Les Paul logosu. Aslında daha fazla örnek vardı ama şu an hatırlayamadım. En azından öyle olmasını diliyorum. -Daha fazla şey düşünmüştüm ben ya.-

Yarın karneler dağıtılıyor. Kimi öğrencilerde sevinç, kimi öğrencilerde hüzün, kimi öğrencilerdeyse umursamazlık hakim olacak yarın. Burç yorumlarındaki cümlelere benzer bir cümle oldu fakat öyle olacak.

Leyla ile Mecnun diye bir dizi var. Birkaç gün önceye kadar sadece adını duymuştum fakat ilk üç bölümünü izledim de, bugüne kadar niye izlememişim kendime şaşıyorum. Beni bu kadar güldürebilen bir dizi olmamıştı daha önce.

-Bu yazıyı da daha fazla uzatamayacağım, akşam akşam aklıma pek bir şey gelmedi. Yazmış olmak için yazdım çünkü bir aydan uzun bir süredir yazı yazmıyordum. Kendimden utandım ve bunları karaladım. Öyle işte.-

Yazımı Leyla ile Mecnun dizisinden bir kliple tamamlamak istiyorum:

13 Mayıs 2011 Cuma

Üçüncü Göz.

 Bir yazı üzerine çalışıyordum dün, bugün bir de baktım ki taslağı gitmiş. Yanlışlıkla silmiş olabilirim fakat bugün 13. Cuma'ymış. "Bu bir tesadüf mü?" diye düşünmüyor değilim. İtiraf etmem gerekirse bunun bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum, yapmışımdır bi mallık. Kaydetmeyi unutmuşumdur kesin. Batıl inançlarım yoktur, sebebini bilmiyorum. Mantıksız geliyor.

Neticede 13 sayısının toplumumuzla alakası yok. 1453 veya 571'in rakamlarının toplamı olduğundan dolayı batının bu sayıyı lanetlediğini iddia edenler var. Son Akşam Yemeği*'nde Hz.İsa ve on iki havari olması, son akşam yemeğinde 13 kişi olmasından dolayı 13 sayısının lanetli olduğunu iddia edenler de var. Neyse, bugün 13. Cuma'ymış işte.

Yazıya "Üçüncü Göz" başlığıyla başladım, olayı mistik bir yerlere bağlamam lazım. Üçüncü göz deyince benim aklıma havada duran kel bir keşiş ve alnının ortasında açılmış bir mavi göz geliyor. Nedense alnının ortasında açılan gözün etrafında kirpikler yok. Sadece alnının yarısını kaplayan kocaman bir göz beliriyor zihnimde. Keşişin giydiği kıyafet mutlaka turuncu olmalı. Başka bir renk olmaz. Turuncu bir kıyafet giymiş olan bir keşiş deyince de aklıma reenkarnasyon geliyor. Sanırım Life With Louie'de böyle bir sahne vardı. Anneannesi ölüyordu Louie'nin ve anneannesine ne olduğunu öğrenmek için her türlü din adamına gidiyordu. Reenkarnasyon deyince aklıma turuncu kıyafetli keşişler gelir. Bir çizgi filmde ölüm konusunun işlendiğini görmek küçükken beni etkilemiş olsa gerek.

"Olsa gerek" kalıbını çok fazla kullanıyorum, yazıya ilginç bir hava katıyor olsa gerek. -Tamam bu seferki zorla yapılan bir şey, ama diğerleri kendiliğinden oluşmuşlardı..-








Kafamda beliren keşişler bu keşişlere benziyor. Ama zihnimdekiler bağdaş da kuruyor. Ayrıca üçüncü göz var tabi ki, hem de mavi!






Reenkarnasyonla ilgili yeteri kadar bilgim yok, canlının öldükten sonra başka bir vücutta can bulacağına inanma olayına dendiğini biliyorum. (Wikipedia diyormuş ki: Reenkarnasyon veya ruh göçü ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan spiritüalistlerin bu olaya verdiği addır) 


Neyse efendim, burçlara inanan bir arkadaşım var, burdan ona selamlarımı yolluyorum -hangi kanalda yayınlanacak bu?- Daha fazla uzatmadan yazımı sonlandırayım, batıl inançların saçma olduğunu düşündüğüm için bu yazıyı yazmaya karar vermiştim. Fikrimi yansıtabildiysem ne mutlu bana. Uzun günler, hoş geceler.




Ayrıca bkz: 


Reenkarnasyon hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz:Wikipedia-Reenkarnasyon


Wikipedia-Son Akşam Yemeği
Leonardo Da Vinci- Son Akşam Yemeği

6 Mayıs 2011 Cuma

Ders Boş!

   Bu iki kelimeyi duyan her öğrencinin içinde bir sevinç oluşur. Eğer bir sevinç oluşmazsa öğrencilik kavramı biraz değişmiş demektir. Neyse efendim, gereksiz tespitlerimle kafa ütülemeye devam edeyim. Şu sıralar havalar bir sıcak, bir soğuk. Küçükken sıcak-soğuk diye ilginç bir oyun oynardık biz. Siz de oynamışsınızdır yüksek ihtimalle. Oyunun adı sıcak-soğuk mu emin değilim ama zamanında çok eğleniyorduk biz. Bir eşyayı sınıftaki bir yere saklardık, yaklaşınca sıcak, uzaklaşınca soğuk diye bağırırdık. Eşyayı arayan kişi sakladığımız şeyin çok yakınına geldiğinde ses şiddetimizi olabildiğince artırarak sıcak derdik. İlginç dönemlerdi evet. Neyse, havaların sıcak olup olmamasına geri dönelim biz. Sabahları mont giyecek kadar soğuk, ikindiye doğru sadece gömlekle durulabilecek kadar sıcak oluyor. Meteorolojide çalışıyormuşum da hava durumunu bildirmekle yükümlüymüşüm gibi hissettim.
   Boş derslerde yapılabilecek o kadar çok şey oluyor ki, karar verinceye kadar uzun bir süreç geçiyor. Sonuçta zaman göreceli bir kavram, 10 saniye uzun bir süre, bir yarışçı için mesela. Uzun yıllar geçse de aradan, değişmeyen bazı şeyler oluyor yine de. Köprünün altından çok sular aksa bile, köprü yerinde duruyor işte.
    Biraz da gündemden bahsedeyim, nasıl olsa konu dağıldı. Malum, 22 Ağustos'tan itibaren internet filtresi adı altında kullanıcıları kısıtlayıcı birtakım olaylar gerçekleşecek. İki tane alıntı yaparak yazımı tamamlamak istiyorum:


"Bir kimsenin düşüncelerini dile getirememesi köleliktir".
Euripides

"Gelişmenin ilk şartı, sansürün kaldırılmasıdır".
George Bernard Shaw

22 Nisan 2011 Cuma

Karanlık Sokaklarda Yürüyen Adam.

     Karanlık sokakta, önüne bakmadan yürüyordu adam. Kafasını kaldırmadan, etrafında olup bitenlere aldırmadan, yalnızca yürüyordu. Sokağın sağ tarafındaki yıkık dökük duvarın üzerinde yürüyen bir kedi, bir anda sokağın ortasına doğru fırlayınca irkildi adam. Önünden geçen kedinin henüz yavru olduğunu fark etti ve kediyle ilgili şunu düşündü: "Kedi canını senin.". Yavru kediye karşı duyduğu ilginin giderek azalması ve bitmesinden sonra, yürümeye devam etti karanlık sokaklarda yürüyen adam. Her akşam yürüyerek geçerdi buralardan. Yürümek rahatlatıyor muydu onu? O da bilmiyordu bunu, fakat yürümek istiyordu durmadan. Ama durmadan aynı sokaklarda yürüyen bir adam nereye varabilirdi ki?
     Kafasını önüne eğip yürümeye devam ederken, soyutlamıştı yine kendisini dış dünyadan. Her akşam aynı sokaklarda yürümekten, yerdeki engebeleri bile ezberlemişti artık. Kendini o sokaklara ait hissediyordu. Akşamları yürürken dış dünyayla iletişimini koparmasına neden olan şey bakmaya değecek güzellikte şeyler görememesi miydi yoksa? Yürümeye devam ederken, birden karşısına bir araba çıktı, arabanın motorunun sesini duymasına fırsat kalmadan korna sesini duymuştu. Gözlerine ışık tutulmuş bir tavşan gibi kalakaldı sokağın ortasında, sonra kaldırıma çıktı. Araba geçip giderken kendi kendine soruyordu: "Bu saatte bu arabanın ne işi var burada?" Araba geçmezdi onun yürüdüğü sokaklardan, sessizliği sevdiği için özellikle bu tenha sokaklarda yürürdü.
     Korkusuzdu, umursamazdı belki de. Sokağın yanındaki oluktan akan suyun sesini duymak, ona huzur veriyordu. Karanlık sokağın sonuna varmaya çalışan diğer insanlar için, bitmek tükenmek bilmeyen bir yol gibi gelirdi bu sokak. Belki de korku ve tedirginlik hissi yüzünden öyle geliyordu diğer insanlara. Yürümekte olduğu sokağın sonuna yaklaşmakta olan adam, geri dönmesi gerektiğini biliyordu. Her akşam yürüdüğü sokakların sonuncusuydu bu. Sokağın sonuna doğru ilerlerken, kalbine bir ok saplanmış gibi hissetti. Yürümeye devam etmeye çalıştı. Sokağın sonuna vardığı an, yolun sonuna geldiğini anlamıştı. Yere düşerken, bir daha bu karanlık sokaklarda yürüyemeyeceğini geçirdi aklından. Gözleri kapandı, ayak sesleri geliyordu uzaktan. Yaşamının sonuna varmıştı, karanlık sokaklarda yürüyen adam.

21 Nisan 2011 Perşembe

Aşk.

      Uğruna kitaplar yazılan, filmler çekilen, kimilerinin ince hastalığa tutulmasına neden olan şey, aşk. Aşk hakkında bir iki kelam edebilmek için, aşka dair yaşanmışlıkları olması lazım insanın. Belki de buna gerek yok, kim bilebilir?
      Her yerde aşkı görebilmek de mühim mesele. Bir yaprağın hışırtısında, bir kuşun kanadını çırpışında, bir dalganın kayaya çarpışında veya hayatın içindeki herhangi bir şeyde aşkı görebilmek, onu hissedebilmek büyük erdem olsa gerek.
      Bence aşkın kime, neye karşı duyulduğu değil, aşkın kendisidir önemli olan. Aşka aşık olmak, divan edebiyatında bolca yer alan bir konu. Nice aşıklar gelip geçmiş dünyadan, kimileri efsaneleşmiş, kimileri silinip gitmişler artlarında bir iz bırakmadan. Yani demem o ki, aşıklardan ziyade aşktır dünyada kalan.
      Hayatın hüzünle dolu olmak için çok kısa olduğunun farkına varmak, mutluluğu aramak ne güzel şey.
      Aşkı bulabilmek, aşka giden yolda sona varabilmek dileğiyle. Uzun günler, hoş geceler.

12 Nisan 2011 Salı

Sınav Haftaları.

    Sınav haftaları, öğrencileri hayatlarından bezdirmek amacıyla oluşturulmuş, gereksiz, içinde saçma sapan sorular barındıran sınavlara girmek zorunda olduğumuz haftalardır. Sınav haftalarında hayattan soğumamak elde değil malesef, şu anda bu yazıyı yazarken aklıma sınavlarım geldi. Pazartesi gününden itibaren yaklaşık 10 iş günü boyunca her gün en az bir adet sınava girecek olmanın verdiği mutluluğu size aktarmaya çalışacak olursam, sadece kelimeleri kullanarak bu işi başarmam büyük bir mucize olarak görülebilir.

/

Yazının bundan önceki kısmını Pazartesi gününden önce yazmıştım, açıkçası güzel geçti ilk iki sınavım. Hadi bakalım hayırlısı. Sınav haftasındayız diye sosyal platformlardan kendimi soyutlamam yanlış olur diye düşündüm ve yazımı tamamlamam gerektiğine karar verdim. Nedense içimde gereksiz bir mutluluk var, hüzünlü olmaktan iyidir tabi ki.

Konuyu değiştirmek için televizyonda ilk gördüğüm programı kullanacağım. Masterchef. Ödül olarak kaç para veriyorlar bilmiyorum ama, para için 70 milyonun önünde eziyet çekmeyi kabul eden yarışmacıların mazoşist olabileceklerini düşünüyorum. Televizyonda çok fantastik şeyler dönüyor şu sıralar. Televizyonlar her türlü şeyi barındırabiliyorlar; 118-33 diyen elemana burdan saygılarımı sunuyorum- reklamlarından tut, Nihat  Doğan'lı ve 3T'li Survivor'a kadar. Hazır televizyondan bahsetmişken, ülkemizde yayınlanan programların(dizi,yarışma vs.) yersiz bir şekilde uzun olduğu kanaatinde olduğumu belirtmezsem olmaz. 40 dakikalık diziler çekilmeye başlansın, özetleri de 120 saniyeyi geçmesin istiyorum ama bunlar yakın gelecekte zor gibi gözüküyor. (Sosyal mesajımı da verdikten sonra, konuyu bir daha değiştiresim var.)

Aday listeleri açıklandı malum. Yakın zamanda siyasi parti bayraklarını caddelerde görmeye başlayacağız. Olur da bir siyasetçi blog'uma denk gelirse diye söylüyorum, lütfen o seçim otobüslerini sabah akşam son ses açık bir şekilde gezdirmeyin. Yalova kaymakamı gibi hissediyorum şu anda, ama olsun. Yalova il olalı yaklaşık    on beş yıl geçmiş olsa da, Yalova kaymakamı her zaman gönüllerdedir.

Ben bu yazıyı niye yazdım? Gerçekten bilmiyorum. Ama yazmak güzeldir değil mi dostlar? Değilse bile benim öyle bir şeyden haberim yok, görmedim, duymadım, bilmiyorum! Uzun günler, hoş geceler.

4 Nisan 2011 Pazartesi

Kimlere Sanatçı Denir?

Uzun süredir düşünmekte olduğum bir şey var, sanatçı kimlere denir? Popüler kültürün içine ucundan kıyısından bir şekilde girebilmiş olan şarkıcılara sanatçı sıfatını verenler kimlerdir?

Sanatçı kime denir gerçekten?  Düşünüyorum, sanatçı deyince aklıma gelen şey şu: Belli bir yapıt ortaya çıkaran kimse. Ama düşünüyorum sonra; kendimle çeliştiğimi fark ediyorum,  Serdar Ortaç'ın şarkıları da bir yapıt en nihayetinde. Orta okuldayken ders esnasında Türkçe hocamla konuşurken, İsmail Yk'nın şarkılarını dinleyenleri anlayamadığımı, çok saçma bulduğumu söylemiştim. Hocam demişti ki: "Dinlemesen de dinleyenlere saygı duymalısın." Açıkçası ben İsmail Yk'ya saygı duyarım ama, şarkılarını dinleyenlere hâlâ anlamlandıramam zihnimde.

"O zaman, sanatsal değerleri olan yapıtları meydana getiren kişilere sanatçı denir." diyebilir miyiz? Diyecek olursak, burda bahsettiğimiz sanatsal değeri belirleyen kıstas nedir? Birbiri ardına gelen bunca sorudan sonra, bu yazının bir yere varamayacağı kanaatindeyim fakat bu konuyu birileriyle konuşmam gerekiyordu. Bu konuda yazmak iyi geldi açıkçası, sorunumu çözemesem bile.

Yazıları sonuca bağlamayı bir türlü beceremiyorum, acaba Yılmaz Özdil gibi mi yazsam?
***
Aslında böyle yazmak da eğlenceli gibi.
***
1903 Beşiktaş Jimnastik Kulübü kuruldu.
1904
1905
1906
...
Tamam tamam, yüz yıldan daha uzun bir süreç. Yaklaşık yüz otuz satırlık bir yazı olur hepsini tek tek sıralarsam.
...
2009
2010 2-2(İsteyen 8-0 diyebilir bu 2-2 mevzusuna yanıt olarak. Ama "2-2 mi?" diye sormanın verdiği hazzı hiçbir şey vermiyor. Fenerbahçeli okurlarımdan özür dilerim ama komik yahu.)
2011 Beşiktaş ligde bu yıl da bir şey yapamadı, hadi Ziraat Türkiye Kupası'nı almaya çalışalım yine.

Yılmaz Özdil, yazılarının sonuna gülücük koyuyor bazen. "Madem yaptın bir hayır, tut bacağından ayır." gibi fantastik bir öneri sunmanıza imkan vermeden, gülücüğü kendiliğinden ekleyiverip, yazımı burda sonlandırıyorum. :)

1 Nisan 2011 Cuma

Yazı Yazmaya Fırsat Bulamamak.

  İnsanların kullanmakta çok cömert olduğu bir şey var: Zaman. Zamanı doğru kullanabilmek gerçekten önemli, çünkü eğer benim gibi zamanını düzgün değerlendiremeyen bir insansanız saatin ne çabuk gece yarısına geldiğini anlayamıyorsunuz.-Daha ödevler duruyor!- Ertesi gün ödev teslim etmem gereken her akşam "Acaba gece 02.00'a kadar ödevler yetişir mi?" diye düşünmekten bıktım açıkçası. Ama ne yapayım, günlük hayatta zamanı düzgün kullanamıyorum. Belki de bilgisayar yüzünden, bilmiyorum.

  Yazı yazmaya fırsat bulamamak, yazı yazmamak için bir bahane olmamalı. Çünkü bence bir şeyler yapmak için fırsat bulamadığınızı söylüyorsanız -kitap okumak, ders çalışmak, yazı yazmak vb.- , o şeyleri gerçekten önemsemiyorsunuz demektir. Bir şeyler yapmaya uğraşan insanın her zaman kendine bir fırsat yaratabileceğine inanmışımdır. Son zamanlarda yazı yazmayı iyiden iyiye bıraktığımın bilincindeyim ve bu durumu düzeltmeye çalışıyorum şu günlerde. Yazı yazmaya fırsat bulmamı sağlayan şey de ufak bir mouse. Attım oyunu aşağıya, ne de olsa beyin bedava! 

  Gündemden bahsetmeme konusunda iddialıyım. Ortalık çalkalanıyor, basılmamış kitaplar yakılıyor, kitabın taslağı adı altında metinler paylaşılıyor falan filan. Ben gündemden bahsetmedim, görmedim, duymadım, bilmiyorum. 
 
  Sınavların yeniden yaklaştıklarını fark ettim, bütün mutluluğum bir anda kayboluverdi. Öğrencilerin bilgisini ölçmek için işleyen mükemmel(!) çarkların durmasını istiyorum bazen. Çark dedim de, aklıma Cem Karaca geldi. Madem yazıyı sonuca bağlayamıyorum, bu şarkı benden size gelsin.

http://www.youtube.com/watch?v=Ejju6-mZtNY&feature=related

7 Mart 2011 Pazartesi

Acılar Denizi(Ümit Yaşar Oğuzcan).

ACILAR DENİZİ

Ben acılar denizinde boğulmuşum
İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını
Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni
Duyarım yosunların benim için ağladıklarını

Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime
Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını
Bu ne karanlık, bu ne zindan gece böyle
Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını

Ben acılar denizi olmuşum, yaklaşma
Sularım tuzlu, sularım zehir zemberek
Baksana; herkes içime dökmüş artıklarını

Bu karanlık bitse artık, bir ay doğsa
Bir deli rüzgar çıksa; alıp götürse
Yılların içimde bıraktıklarını...

Ümit Yaşar OĞUZCAN

4 Mart 2011 Cuma

Öylesine Yazılmış Bir Yazı.

   Bugün Kasımpaşa-İBB maçına gittik arkadaşlarla. Sanırım sesim kısıldı. Kasımpaşa'yı destekledik hep beraber. Kasımpaşa ile maddi veya manevi herhangi bir bağım olmamasına karşın bilet fiyatlarının çok ucuz olması cazip geldi sanırım. Stad da yakın olunca, dedim ben de gideyim. Bir dahaki sefere amigonun hemen önüne oturmam asla. Bağırmak zorundaymışım gibi hissediyordum kendimi. İkinci yarı başka bir tribüne geçtik de  oturup maç izledik. İBB taraftarları Boz Baykuşlar'a buradan sevgilerimi yolluyorum.

Şu sıralar .blogspot.com uzantılı sitelere erişim engellenmiş. Neymiş efendim? Maç yayını yapan birkaç site yüzünden, bütün siteler engellenmiş. Sorumlusu Digiturk sanırım. Aslında onlar da haklı, sonuçta bu işten para kazanıyor adamlar. Ancak yapmak istedikleri şeyi fiiliyata döktükleri vakit, kurunun yanında yaş da yanıyor. Bütün blogspot uzantılı sitelere erişimi engellemek yerine suçlu olan kişilerin blogları erişime kapatılsa daha mantıklı olmaz mıydı? Nedir bu genelleme merakı? Bütün bloglar aynı mıdır yani? Veyahut Ekşi Sözlük'ü düşünelim. Sanırım en son 26.000 civarı bir yazar sayısındaydılar. 26.000 yazarın hepsini tek bir kişi olarak düşünmek mantıklı mıdır? Bir şeyin olumsuz yanları varsa, olumsuz yanlarını çözmek gerektiği kanaatindeyim. O şeyi çöpe atmak daha kolay geliyor olabilir. Kolay olan her zaman doğru olan, yapılması gereken şey midir? Bunu da siz okurlara bırakayım. Uzun günler, hoş geceler.

2 Mart 2011 Çarşamba

Facebook'a Geri Dönüş.

   Facebook'a geri döndüm. Açıkçası soruyorum kendime bu ben miyim diye? Facebook kullanmamakla ilgili yazdığım yazıdan sonra, Facebook'a geri dönmem çok saçma bir hareket oldu. İki yüzlü olabilirim belki de. Ama insanlar değişebilirler değil mi? Eski arkadaşlar toplanıyorlarmış bir yerde. En yakın arkadaşım bir grup açmış, dedim ben de geri döneyim. Aksiyon olur. Nitekim oldu da. "Niye Facebook'a geri döndün, hani prensipler?" diyen arkadaşlarım oldu. Açıkçası tam olarak niye geri döndüm bilmiyorum. Ama fikirler değişebilir, bunu biliyorum. Bazı fikirlerim hâlâ değişmiş değil. Facebook hâlâ zaman kaybı. Ama Haxball oynamaktansa arkadaşlarımla konuşmak daha cazip geldi.
  Fikirler dedim de, aklıma "V For Vendetta" geldi. Güzel filmdi. İzleyin, tavsiye ederim. "Fikirler kurşun geçirmez."
  Yarın Kasımpaşa- İBB maçı var. Kasımpaşa'yı destekliyoruz ona göre!11!11 Hadi kendinize iyi bakın sevgili okurlar. Sanatsal bir kaygısı olmadan yazı yazmak çok eğlenceli ya. Bunu da tavsiye ederim. Bu akşam tavsiye etmeyi çok seviyorum galiba. Daha fazla uzatmadan, teşekkürler derim.

("Teşekkürler derim.", Kara Kule'den bir kalıp. Teşekkür ederim demiyorlardı orada. Bunu niye açıklama ihtiyacı hissettim bilmiyorum.)

28 Şubat 2011 Pazartesi

Maddelemek.

    *Facebook'da kendi yazdığı iletiyi beğenen kişiyi anlamıyorum. Beğenmesen zaten oraya yazmazsın değil mi?Çok narsizm kokan hareketler bunlar.
    *Nihat Doğan ile ilgili espri yapmaya çalışmak istemiyorum. Ben susuyorum, haber konuşsun: http://www.medyafaresi.com/haber/57176/magazin-nihat-dogan-turk-koyununu-alnindan-optu-iste-o-an.html
    *"Tuti mucize guyem, ne desem lâf değil" şeklinde başlayan bir gazel varmış ve Nef'i 'ye aitmiş. Bunu daha önce öğrenmeliydim diye düşünmedim değil. -Bu arada, kavga etmek istemeyeceğim iki isim var şu dünyada. Biri Nef'i, diğeri Ahmet Çakar. Nef'i ile ilgili yorum yapmaya zaten edebi bilgim yetmez, o kadar usta bir isim ki. Ahmet Çakar ise verdiği örneklerle insanı çok fena ters köşeye yatırabiliyor.-
    *Adam Fawer- Empati'ye başladım. O kadar hızlı başladım ki üç günde 30 sayfa falan okuyabildim. Bu ne hız ben de anlayamıyorum. Kitap okumaya vaktim yok diyemeyeceğim, çünkü yok öyle bir yalan. Vakitsizlikten yakınmamak lazım, zamanı doğru kullanamıyorum diyelim.
    *Planlı, programlı insanlara hayranlık duyuyorum. Bir insan nasıl düzenli olabilir ki? Ben niye olamıyorum arkadaş?
    *"Hoca nasıl olsa bakmıyor" düşüncesiyle ödevi yapmayıp, o hafta ödev kontrolüne yakalanmak da çok feci. Şans diye buna derim.
    *"Live It Up" ı pek beğenmedim. Umarım zamanla daha güzel gelmeye başlar. Umarım ilk beşte görürüz Yüksek Sadakat'i.
    *İlk defa "*" kullanarak maddeliyorum yazdıklarımı, normalde paragraflar hâlinde yazardım. Bu şekilde yazınca geriliyor insan. Açıkcası, mizah dergilerindeki yazılarda bir hava var ya hani, bakalım onu yakalayabilecek miyim diye merak ettim. Maddeleme yapmamdaki amaç buydu yani.

     Sebepsiz bir şekilde, konu bulmadan, öylesine yazmaya başlayınca, farklı tellerden çalan cümleler içerisinde buldum kendimi. Yayınlayayım bakalım. Uzun günler, hoş geceler.


Bütün okurlarıma haykırmak istediğim bir şey daha var: Kedi canınızı sizin!

27 Şubat 2011 Pazar

Denemek.

   Spartacus'te bir karakter demiş ki: "There's only one way to become champion..Never fucking lose" Bunu söyleyen karakterin adı da sanırım Gannicus'muş. Diziyi izlemedim, söylerken de görmedim. internette bu cümleyi yazınca aynısı çıkıyor olduğundan karakterin bunu söylediğini varsayıyorum. Karşı çıkmak için güzel bir şey buldum akşam akşam.

   Şimdi çok klasik olacak ama Edison diyeceğim. Edison ampulü bulurken 3000'in üzerinde filament denemiş.*Ne kadar doğrudur bilmiyorum. Ama adam denemiş, bulmuş, yapmış etmiş işte. Ampulü bulmuş. Tabi günümüzde ampul ne kadar sevilen bir şeydir tartışılır. Edison'dan bahsetmişken, Nicola Tesla'ya da büyük saygım var. Edison'un küçük çocuklar tarafından bilinmesi hoş bir şey fakat Nicola Tesla hakkında da bilgiler vermek gerektiği kanaatindeyim. Konuyu dağıtmayayım, 3000 kere denemeseydi ampulü bulmayı başarabilir miydi? Başaramazdı. -Yazım kişisel gelişim kitaplarındaki yazılara benzedi. Kişisel gelişim kitaplarından nefret ederim.- Bu yüzden deneme yapmanın başarmaya katkı sağladığı gerçeğini görmezden gelmemek gerekir. -Ne kadar çok g harfi oldu ardarda- 


  Başarmayı bir yolda koşmak olarak düşünelim. Önce yürümeye başlarsın, ardından hızlanırsın. Önüne engeller çıkar, yılmazsın, yürürsün. Sendeleyip düştüğünde ayağa kalkmazsan yerinde saymaya devam edersin. Denemek insana tecrübe kazandırır. Hiç kimsenin mükemmel olamayacağı şu dünyada, bir şeyler öğrenmek istiyorsanız, siz de denemelisiniz bir şeyleri. Denemek deyince aklıma bilim geldi şimdi. Bilimi düşünelim hemen. Deneyler falan filan değil mi? Deney kelimesini ele alalım.

Deney kelimesi TDK'nın sitesinde şöyle yer alıyor: a. 1. Bilimsel bir gerçeği göstermek, bir yasayı doğrulamak, bir varsayımı kanıtlamak amacıyla yapılan işlem, tecrübe: “Senelerdir gece gündüz elektrik yüklü deneyler yapa yapa sinir küpüne döndüğüne inanırdı içten içe.” -E. Şafak. 2. Deneyim, tecrübe: “Herkesin kendi deneyi ile bildiği bir gerçek vardır.” -H. Taner.
deney   İng. experiment 
1. Fizik, kimya, biyoloji gibi derslerin öğretiminde doğal olayların bağıntıları ve yasaları üzerinde bilgi edinmek; varsayım olarak benimsenen bilim yasalarının doğruluğunu göstermek; belli bir doğa olayını, etmenleri denetim altında tutarak, sınıf ya da deney odasında öğrencilere göstermek için yapılan planlı deneme ya da sınama işi. 2. Bilinmeyen bir şeyi bulmak, bir ilkeyi, bir varsayımı sınamak amaciyle yapılan eylem ya da işlem.
 BSTS / Eğitim Terimleri Sözlüğü 1974


    Yani lafı uzatmayayım. Denemek önemli olmasa deney diye bir şey olmazdı. -İyice Devlet Bahçeli'ye döndüm- Devlet Bahçeli demişken, onun yeni hesabı da süper ya**. Aydın ve plakası ile ilgili olanlar. Artık işler hesap olmaktan çıktı. İki sayı söyleyelim, alakayı kuralım. Hesabı da boşver. Konu nerelere geldi değil mi? Uzun lafın kısası olmazmış. Bu kadar kısa kesebildiğime şükür. Sonuç olarak -"Sonuç olarak" lafına da kıl olmuşumdur hep, bırak okur sonuca kendisi varsın değil mi?- durmadan deneyenlerin yanlış yaptığını düşünenlerdenseniz, bir an önce bu fikrinizden vazgeçin derim. Denemekten korkmayın. Uzun günler, hoş geceler.








* http://www.ebilge.com/40639/Edison_ampulu_bulurken_kac_madde_denedi.html

** http://www.youtube.com/watch?v=AxcnIxAxtn4

21 Şubat 2011 Pazartesi

Git.(Kahraman Tazeoğlu)

Bizim dönem ödevine benzer bir ödevimiz vardı. Türk şairlerden, bir şairden en fazla üç şiir olmak üzere toplam yüz şiir yazacaktık. Bu ödev Kahraman TAZEOĞLU'nun "Git" adlı şiirinden haberdar olmamı sağladı. Şiiri çok beğendiğim için sizlerle paylaşmak istedim. 

GİT
Şimdi gidiyorsun 
Git 
Oysa senden tek bir damla istemiştim 
Sana kocaman bir deniz sunmak için 
Şimdi gidiyorsun 
Git 

Ne zaman başladı bu hikaye 
Anımsamak zor 
Gençtim 
Hazırda fırtınalarım vardı dört nala sevdalarım 
Komazdı öyle üç-beş nöbetleri 
Geceler içimi acıtmazdı böyle 

Bir insan bu kadar eksilebilir mi 

Hatırlarsan sesine uyku kaçmış bir adam vardı 
Bu şehrin biryerlerinde 
Düşler ormanının gece bekçisi derdin sen ona 
Gözlerinde gizledi o seni sen bilmedin 
O adam bendim unuttun mu 
Bak sevdiğin adam gülmeyi bile unuttu 
Seni unutamadı 

İşin kolayına kaçmadım
Uğruna ölmedim yani
Uğruna ölünecek sandığım biri için yaşadım hep
Sen bunu da bilmedin
Ben bir bakışına bin anlam yükledim
Sen aşka kestirmeden gittin
Bir hayatın özetini bırakıp avuçlarıma
Şimdi gidiyorsun
Git 

Bana karanlığın ne demek olduğunu öğretmeden 
Bütün ışıklarımı söndürüyorsun 

Bu cehennem cinayetlerini işliyorsun 
Sonra bunlara intihar süsü veriyorsun 
Yazıklar olsun yazıklar olsun 
Susuyorsun susuyorum susayacaklarım bitmiyor 
Hani sen sevdiğini 
Yarı yolda bırakacak kadar yüreksiz değildin 
Düşmemeyi öğretecektin nerdesin nerdesin 

Uzun lafın kısası yoktur 
Anlatacağım çok şey var 
Hoyrat bir rüzgar gibi geldin 
Aklımı hayatımı dağıttın 
Şimdi gidiyorsun 
Git 

Daha ayrılığa bile çarpmadan 
Aşk bize döndü 
Bir yılan gibi soktun koynuma kimsesiz geceleri 
Artık ölüm sana dokunamamaktan kötü değil 
Ama sana dokunmak da yasak bana 
Göz çukurlarımdaki karanlık bunu anlatır 
Sen var ya sen 
Allah kahretsin 

Yani şimdi 
Gözleri sana benzeyen bir kızım olmayacak mı 
Yani şimdi başkaları mı sevecek seni 
Ben saçlarını okşadığım zaman 
Ellerin öksüz kalırdı 
Şimdi gidiyorsun git
Kahraman TAZEOĞLU

Somut-Soyut.

   Somut şeylerden bahsetmek, soyut olanlara oranla her zaman daha kolay geldi bana. Bir arkadaşım somut şeylerden fazla bahsettiğimi, soyutlara da yer vermem gerektiğini söyledi. "Soyut" kelimesini duyduğum anda aklıma sevgi, mutluluk, yalnızlık ve acı çekmek geliyor. Soyut kavramlarla ilgili yazmaya başladığım zaman, önce sevgi ve mutluluk içeren bir paragraf çıkıyor ortaya, sonra birden içimdeki Polyanna kayboluyor ve pesimist bir tip ortaya çıkıyor. Ne zaman somut olmayan bir şeylerden bahsetmeye çalışsam, konu mutsuzluğa geliyor. Neyse, bence somut soyuttan daha güzeldir.-Matematiği katmıyorum bu karşılaştırmaya, soyut olmasına rağmen matematik güzeldir, ondan korkmayın.-
   Bu aralar Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği dinliyorum. Derse başlarken bir bakmışım ki dilimde bir türkü, hocalara çaktırmadan susuyorum hemen. Daha önceden rap dinleyen ben, şimdilerde kendimi rap müzikten tamamen uzaklaştırdım. İnsanlar çok çabuk değişebiliyorlar. Türk Halk Müziği çok, ne bileyim çok güzel geliyor bana. Özellikle Erkan OĞUR. Erkan OĞUR'un "Bülbülüm Altın Kafeste" yorumunu dinledikten sonra türkü dinlemeyi sevmeye başladım ben. Kendisinin bu yazdıklarıma rastlama olasılığı çok düşük olmasına rağmen ona teşekkür etmek istiyorum. Bana türkü dinlemeyi sevdirdiğiniz için teşekkürler.

Mutlaka dinleyin dediğim birkaç türkü var.

Yarim Senden Ayrılalı: http://www.youtube.com/watch?v=rMtEkqr8940
Bülbülüm Altın Kafeste: http://www.youtube.com/watch?v=21FHBHPQE94&feature=related
Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla: http://www.youtube.com/watch?v=NOKhzBlm_Dk

7 Şubat 2011 Pazartesi

Bere.

    Bere deyince aklıma Bordobereliler ve  komandoların taktığı mavi bereler geliyor.Bordo-Mavi deyince de aklıma Trabzonspor geliyor ama onun konumuzla alakası yok.
    Bu satırları Konya'da yazıyorum. Bilgisayarda problem var, bir defter kağıdı kopardım ve kalemle yazıyorum. Kalemle yazmak ayrı bir zevk. Konya'da teyzemin evindeyim. Bilgisayara giremediğim için size yazılarımı aktaramıyorum. Şu an saat 00.19, Çarşamba gününün ilk saatleri. Neyse, konuyu dağıtmayayım TDK'nin üzerinde Ankara,2000 yazan Okul Sözlüğü'ne göre bere: Yuvarlak, yassı ve sipersik başlık.
   Normalde, bere takmayı hiç sevmezdim. Pazar sabahı (30.01.11) Konya Otogarı'na geldiğimde, ben ve bereler arasında iletişim tamamen değişti. Otogardan eve yürüyerek gitmem gerekiyordu ve berem beni soğuktan korudu. Onu çok seviyorum. Eşyalarımla aramda manevi bir bağ kurma özelliğim bir kez daha kendini gösterdi yani. Bu huyumu anlayamıyorum. Zorunluluktan dolayı taktığım günden beri bere takmayı seviyorum.
   Bir de yara bere derken bahsettiğimiz bere var ama ona hiç değinmeyeceğim. Sevgiyle kalın, bere takın.  

Sehpa.

   Sehpa, genellikle dört ayaklı olan, çay, kahve vs. ikramlarda üzerilerine tabak,bardak vs. konulan güzel bir eşyadır-Bence-. Görüntüsünün,hacminin küçük olmasından dolayı mıdır bilmiyorum ama, sehpalara gereken önemi göstermiyoruz. Herhangi bir sehpa, asla bir masa kadar saygı göremez. Oysa benim gördüğüm kadarıyla biz Türklerde sehpa daha çok kullanılıyor. Masayı genelde yemek yemek için kullanırız değil mi? Yemeği yerde yemek, masada yemeye oranla daha rahat gelmiştir bana hep. -Yaşasın yer sofraları-
   Gelelim sehpayı neden daha çok kullandığımıza. Türkler olarak misafirperver bir toplum olduğumuz yadsınamaz bir gerçek. Akşam oturmak için misafir geldiği vakit, -Misafir genellikle yemek saatinden sonra gelir, daha az zahmet vermek için- misafire mutlaka çay,meyve vs. ikram edilir. İşte sehpanın önemi burda ortaya çıkıyor. Misafirlere çayı, masada ve rahatsız sandalyelerde vermek yerine koltuklarda ikram edebilmenizi sağlayan eşya ne? Evet, sehpa! Bu eşyaya hakettiği değer verilmiyor.
    Sehpanın, evin içinde dolanırken dizimizi çarptığımız bir eşya olarak kalacak olması beni çok üzüyor. Sehpa denilince aklıma gelen dört tane içiçe sehpa oluyor. Bu yazımda da, size aklıma gelen bu resimle veda etmek istiyorum. Uzun günler, hoş geceler.



27 Ocak 2011 Perşembe

Facebook Kullanmamak.

    Facebook'suzluk ilaç gibi geliyor insana, belirli bir süreden sonra arındığınızı hissediyorsunuz. Kendimi Facebook'tan soyutlamak bana iyi geldi. Çok fazla vaktimi alıyordu. Facebook adresimi kapattıktan sonra, bende bir şeylerin değiştiğini hissettim ilk günlerde. Arkadaşlarımla daha az mı konuşuyordum? Hayır, Windows Live Messenger da arkadaşlarımla konuşmamı sağlıyordu. Neden Facebook'a gerek olsundu ki? Ben böyle düşünürken, günler günleri kovaladı. Ve bugün, Windows Live Messenger bana ihanet etti. Sırtımdan vurulmuşa döndüm, uzun uğraşlarıma rağmen Windows Live Messenger'ın verdiği hatayı düzeltemedim.-Neymiş, yeni sürüm yüklenecekmiş. Yükleyemedim ben de. Hata verip durdu.-  eBuddy olmasaydı, Messenger'ı da kullanamayacaktım. İyi ki varsın eBuddy. Canın cehenneme Facebook!


Bu yazı, Elif Keskin'in "bunların sonucunda mehmed facebook'a büyük bir rest çekti ve hesabını sildi. buna karşılık facebook messenger ile iş birliği kurup mehmed'in messenger kullanmasını engelledi. buna sinirlenen mehmed facebook'u yerden yere vuran yazılar hazırlıyor" cümlelerini okuduktan sonra kaleme alınmış, onu yalancı çıkartmamak için yazılmış bir yazıdır.

26 Ocak 2011 Çarşamba

19.

   19, güzel bir sayı. Şimdiye kadar 19 tane yazı yazmışım. Bunu fark etmemi sağladığı için Kerim Öğretmiş'e teşekkürler. Bu yazı yirminci yazım olacak. 19 benim için önemli bir sayı. Kara Kule serisinde oldukça geçen, birçok yerde Roland'ın karşısına çıkan sayı. Yüksek Dil'de Chassit.
   19'la ilgili daha birçok şey var, Kara Kule'yle ilgili olmayan. Ama beni ilgilendiren Kara Kule serisinde kendisine bu kadar yer bulması. Kara Kule'yi okumadan önce sevdiğim herhangi bir sayı yoktu, ama artık en sevdiğim sayı 19. -Belirtmek isterim ki, İbrahim Üzülmez'in forma numarası da 19'dur.-
   Genellikle bilgisayarda oyun oynarken futbol oyunlarını tercih eden birisi olarak, takımın yıldızına 19 numarayı veririm. 10 numara falan hikaye benim gözümde. Bu yazı, hiçbir şeyi anlatmayan, bana özel bir yazı oldu. 19 sayısı, üzerinde birkaç kelam edilmesi gereken bir sayıydı benim için. Yapmam gerekeni yaptım. -Attım hafızaya, beyin bedava!-


Uzun günler, hoş geceler.

Bizler Sevmeyi Unuttuk.

Birsürü insan tanıdım,
Hepsinde aynı donukluk.
Ekranlara baka baka,
Bizler sevmeyi unuttuk.

Gece vakti gezmek için,
Güzel günleri kuruttuk.
Tek gecelik aşklar ile,

Bizler sevmeyi unuttuk.
                                                 Mehmed 


İki kıtasını zar zor tamamlayabildiğim, ama gerçekten beğendiğim ilk şiirim. Sizlerle paylaşmaktan onur duyarım sevgili okurlarım. (Yardımları için Senanur'a teşekkürler.) Uzun günler, hoş geceler.

Şiir Yazmak Zor İş.

   Büyük şairlerin şiirlerine bakıyorum, çoğu şiirlerini çok güzel buluyorum. Bazen onların mısralarında kayboluyorum. Kendi yazdığım şiirlere bakıyorum, "Olmamış bu, at çöpe gitsin." diyorum genellikle. Olacak ama, edebi dilim elbet gelişecek. Şiir yazarken çektiğim en büyük sıkıntı da şiirin devamının gelmemesi. İki mısra yazıyorum, devamı gelmiyor. Kalıyorsun elinde kalemle, ne kadar düşünürsen düşün, olmuyor bazen.
   Bir şiire başlamışım mesela geçenlerde, kalmış öyle. İki mısra yazıp bırakmışım, bu mısraları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Gölgemden daha uzak olma bana,
Özleminden kalbim olur kapkara.


Yeteneğim var mı bilmiyorum, ama şiir yazmaya çabalıyorum. Umarım çabalarım sonuç verir. Sevgiyle kalın.

Macbeth.

  Henüz yeterli bilgi birikimimim olmamasından dolayı Macbeth'i fazla anlayamadım. Ama çok güzel bulduğum bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum. V. Perde III. Sahne'den.

Baharı yazı geçti ömrümün;
Yaprak dökümü bundan sonrası.
İhtiyarlığın keyifleriyse bana haram:
Saygılar, sevgiler, sürüyle dostlar bekleyemem.
Benim payım olsa olsa sessiz ama derin lanetler.



24 Ocak 2011 Pazartesi

Haxball.

Ekşisözlük'te bu kadar reklamı yapılan oyunun ne olduğunu merak ettim ve ben de bir bakayım dedim. Haxball gerçekten güzel bir oyun. Oyunda kenarlara çarptırarak adam geçebiliyor, gol atabiliyorsunuz. Süper eğlenceli bir şey bence. Çok fantastik. Kelimelerimden oyunu ne kadar beğendiğim anlaşılıyordur yüksek ihtimalle. Daha fazla uzatmadan oyunun linkini vereyim.

http://haxball.appspot.com/

İyi eğlenceler.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Çizgi.

   Çizgiler, ne kadar keskinler değil mi? Ölüm-yaşam, siyah-beyaz, iyilik-kötülük ve buna benzeyen bir sürü örnek var, birbirlerinden bir çizgiyle ayrılan. Çizgiler, birbirine benzemeyenleri ayırmak için kullanılan sınırlardır bence. Çizgilerin en sevdiğim yanı, kesin bir şekilde ayırmaları. Biraz daha düşündüm de, çizgiler o kadar da işe yaramıyorlar aslında. Eşitliği engelleyen şey de çizgiler, sınırlar değil midir? Eşitlikten kastım herkesin tek tip olması değil, farklı ırkların, farklı dinlerin, farklı ekonomik düzeydekilerin bir arada durabilmesi, aynı haklara, aynı mutluluğa sahip olabilmesi, kendini başkalarından eksik hissetmemesi. Çizgileri, sınırları silebilmek bir düş, çizgilerin silinebileceğini düşünmek fazla optimistçe. Bu konuda biraz daha yazarsam eğer, yazının sıkıcılık düzeyi epey artacak. Bu arada, "optimistçe" nedir arkadaş ya? Ben niye kendimi Türkçe olarak ifade edemiyorum? Dilimize yabancı dillerden giren kelimeleri kullanmamaya çalışıyorum. Gerçi, bir kelimenin Türkçe olup olmadığını anlamak için de Büyük Ünlü Uyumu'na uyup uymadığına bakıyorum. Ne kadar kesin(!) bir yol değil mi? Çoğu zaman durmadan okumak istiyorum, okumak: Dilimi daha iyi anlamak. Divan edebiyatı eserlerini okuyabilmek istiyorum ben. İsteklerimi sıralamayı bırakmak istiyorum bir de, yakın zamanda o da olur umarım.
    Uzun zamandır yazmıyordum, hatta blog'umu kapatmıştım. Yeni bir blog'a geçmiştim. Onun ismine ısınamadım. Kara Kule'yi aramak daha güzel. Evet sevgili okurlarım, uzun bir aradan sonra yine o cümleyi söylüyorum -ve bu cümleyi söylemek beni çok mutlu ediyor- : Uzun günler, hoş geceler.